Siyaset ve Kardeşlik Üzerine

Kamal Soleimani & Behrooz Shojai

Siyaset ve Kardeşlik Üzerine

Jacques Derrida, “kardeşlik” fikrinin masum değil, tehlikeli olduğunu vurgulamıştır. Çünkü bu kavramın kökünde ataerkillik, hiyerarşi ve dışlayıcılık vardır. Açık konuşalım: İslam dünyasında “kardeşlik” hiçbir zaman herkes için eşitlik anlamına gelmemiştir. Hep sadece Müslüman eşitliği demek olmuştur—daha doğrusu, sadece Müslüman erkek eşitliği.

Bunun en bilinen örneği olan Müslüman Kardeşler, Arap dünyasından AKP’ye kadar neredeyse tüm İslamcı akımlara ilham vermiştir. Kadınlar açısından ise bu miras tam bir felaket olmuştur. Toplumsal cinsiyet eşitliği söz konusu olduğunda, “kardeşlik” kelimesi hep konuşulamaz olanın sınırını çizmiştir. Kardeşlik sadece bir siyaseti temsil etmekle kalmaz; modern siyasal olan kavrayışını bütünüyle dışlamaya çalışır. Eşitlik, çoğulluk ve karşılaşma üzerine kurulu özerk siyasal alanın yerine patrimonyal bir düzen geçirir. Hep zayıfın güçlü için kendini feda etmesini talep eder; bunu da “kardeşlik” adıyla meşrulaştırır. Derrida’nın eleştirisinin önemi burada yatar: fraternokrasi dediği bu düzenin ikiyüzlülüğünü ve yozlaşmış doğasını açığa çıkarır.

Derrida bu tehlikeyi çarpıcı bir pasajda şöyle dile getirir:

“Kardeşten ve özellikle ‘kardeş kavgası’ ifadesinde duyulabilecek yatıştırıcı çağrışımlardan sakınmamın birçok nedeni var. Çünkü düşman kardeşler arasındaki savaştan daha kötüsü yoktur. Gelmekte olan demokrasi için asıl tehlike hep kardeşlerin olduğu yerde başlar. Daha doğrusu: kardeşlerin varlığında değil (kardeşler hep olacaktır, sorun bu değil), fakat kardeşliğin yasayı dikte ettiği, bir fraternokrasi diktatörlüğünün dayatıldığı yerde” (Derrida, Rogues: Two Essays on Reason, 2005, ss. 50–51).

Derrida’nın işaret ettiği asıl kötülük şudur: siyasal olanın kendisi kardeşliğe tâbi kılınır. “Kardeşçe” ilişkilerin yatıştırıcı dili, zayıfı sessizliğe mahkûm eder; aynı anda siyasal alanın imkânlarını yok eden ataerkil bir düzeni dayatır. Bu anlamda kardeşlik siyasal olan değildir—siyasal olanın inkârıdır.

Bu ikiyüzlülüğü (nifak) Türkiye’nin kardeşlik ve Milli Dayanışma Komisyonu söyleminde gördük. Yüzyıllık katliamlar, soykırım kampanyaları, inkâr ve Kürtlerin yok edilişi sanki sadece “kardeşler arasında bir yanlış anlama” imiş gibi sunuldu. Milli kelimesi gerçeği ifşa eder: tanınan sadece Türk kardeşlerdir; Kürt ulusallığı ise yok sayılır.

Bu kardeşlik ikiyüzlülüğü en çıplak haliyle, Numan Kurtulmuş’un “Kardeşlik ve Millî Dayanışma Komisyonu”nda Kürt Barış Anneleri’ni susturmasında ortaya çıktı. Kürt Barış Annesi Nezahat Teke, Kürtçe konuşmak istediğini; anadili olduğu için kendini Kürtçe daha iyi ifade edebileceğini söyledi. Buna rağmen “kardeşliğin yasaları” galip geldi; her türlü kız kardeşlik—özellikle Kürt kız kardeşliği—anında reddedildi.

Tam da burada, Öcalan ve takipçilerinin öne sürdüğü güya “seküler demokratik modernite” gerçek yüzünü gösterdi. Özgürleştirici olmaktan çok, Türk ağabeyler ve ataların iktidarını pekiştiren bir örtü işlevi gördü. İlk ciddi sınavda bu örtü buharlaştı ve geriye yalnızca ataerkil bir fraternokrasi kaldı—Kürtlerin haklarını değil, siyasal alanın kendisini reddeden bir kardeşlik düzeni.

Senelerdir Kuzey Kürdistan’da birçok seküler, PKK yanlısı Kürt, Öcalan’dan etkilenerek “kardeşlik”ten söz ediyor. Oysa aynı gruplar kadın özgürlüğünü ve “demokratik modernite”yi savunduklarını iddia etmektedir. Sorun yalnızca bir ikiyüzlülük meselesi değildir. Asıl sorun, “kardeşlik”in modern siyasal dili eski bir patrimonyal dille ikame etmesidir. Bu kavram her zaman zayıftan güçlünün uğruna fedakârlık talep etmiştir—hem de daima “kardeşlik” adına. Derrida’nın eleştirisinin önemi tam da burada yatar: “kardeşlik”in gerçekte ne olduğunu açığa çıkarır—fraternokrasi, yani tahakkümün sahte bir akrabalık sıcaklığıyla örtülmesidir.

Elbette burada milli kavramının bizzat Türk ulusunu yeniden ürettiğini ve Kürtleri inkâr ettiğini tüm boyutlarıyla tartışmaya zaman yok. Ancak şu kadarını söylemek yeterlidir: Kürtler ancak ulusal kimliklerini önceden inkâr ederek, yani Kürtlüklerinden vazgeçip kendi ulusallıklarını reddederek “küçük kardeş” sayılabilirler. Bu durumda onlar artık Kürt kardeşler olarak değil, kendini inkâr etmiş Kürt kardeşler olarak kabul edilir; onların “dayanışması” da yalnızca Ulusun birliğini—yani Türk ulusunu—kabullendikleri ölçüde tanınır.

Kamal Soleimani